Sayfalar

Translate

22 Eylül 2015 Salı

Kafka - Soderbergh

 
Siyah beyazların yüksek ruhlarından biri
Soderbergh ve içe kapanık 20 yy aitlikleri.
Kabusları yazan bi’ yazar.

Asla gönderilmeyen mektuplar sahibi, eserlerinin yakılmasını vasiyet eden ve şimdilerde belki de en acılı ruhlardan biri. 

İnce ayrıntılar gizleyen bir usta yapımı. Kafka paranoyasına dokunur, hassaslığından dem vurur, şato’ya giden yol olmuştur, dava’nın korkunç bürokrasi çaresizliğini  tattırır, aşığının buruk kalbine bakış atar, yargı’ya başkaldırır, ceza günlükleri kadar acılıdır ve en temelde hep  ‘baba’ acıtır.


‘I am part of the World around me’

Kafka işe yaramayan bi’ böcektir aslında, fark ettiği sabahla başlar hikayesi. Her kitabında kendini anlatan, belki de ancak bu şekilde topluma kabul bekleyen ya da önemsemeyen bi’ yalnız için çok fazladır soruları. Film cevap vermez, siyah beyaz’lı takım elbiseli adam evine dönmüş masa başına geçmiştir bile çünkü çoktan.

Adam, gördüğü sefil dünyaya ellerini  uzatmıştır bile istemeden. Ve tüm reddetmelerine rağmen bir arkadaş arayışıdır uzun uzak kalabalık toplum dışavurumunun ortasında.

Sürekli tek bir soruya varıyorum  filmin ardından. Kafka’nın kurgusu mudur dünya? Onun gündüz gözüyle yazdığı gece kabuslarından biri mi?

‘Ya tüm çırpınmalarını aşan daha yüksek bir anlamı vardır bu dünyanın, ya da bu çırpınmalardan başka hiçbir şey gerçek değildir’ der Camus. Peki tüm Kafka çırpınışları ne içindir? Masa üzerinde sabaha kadar yazdığı ne anlatır? Film cevap vermez, siyah beyaz’lı takım elbiseli adam yakmak istemiştir zaten tüm masa üstünü  çoktan.

Ve bir itiraf tüm bu kargaşanın ortasında yeni bir azapla kendini gösterir.


‘I’ve always believed that it’s better to know the thruth and lived in ignorence.’

Kafka’nın kafasının içidir film.
Kafka’nın çaresizliğini Kafka kadar anlatamaz.

                 ‘Kafka
                  ‘your son
                   ‘your loving son 

                    'your occasionally loving son
                     'your incapable of loving son  
                      'your absolutely bored to death with any sort of family lives son

18 Ağustos 2015 Salı

The Dreamers


Yazan sevilalala




   Arka planda; Tom Waits -  Downtown Train

 
   Bi' bardak suyu bir dilim elma aromasıyla mutlu edin.

 
   Hayalperestlerden konuşalım bugün. Bernardo Bertolucci üzgün.  60'lı yılların sonlarına gidelim hatta, gökyüzü mavisinin sakin kaldığı bugünlerden uzağa. 'The Dreamers' hakkında bir kaç cümle söyleyelim.


'We were drifting out to sea, leaving the world far behind us'




   Sahne çok yalnız, sahne çok yalın, sahne çok uzak. Sanki ellerimiz birbirine dokunur, sanki ellerimiz birbirini bulamaz.

   'Bazen hayatta en büyük kahramanlık, ikinci karakter olabilmektir' der hayatının yarısını hapiste geçirmiş eskilerden bir yazar. Ahh Isabelle. Kırmızı bereli kadın. Bu filmde kahraman yok. Bu kadının kahramana ihtiyacı yok. Elleri gökyüzüne uzansın yeter.


Belki aşık olduğumuz insanı hiç seçemeyiz, hatta belki aşık olduğumuzu bile fark etmeyiz. Aşkı hiç bilmeyiz. Belki sadece bilmekten uzaklaşıp hissetmeye gitmeliyiz. Tek bir ruhu anlatır film, muhtemel iki bedende yaşayan. Aşk mıdır? Aitlik midir? Zannetmişlik midir? Belki sadece soğuk fayans döşeme üzerinde sevişmektir. Eski filmleri özlemektir. Uzun cümleleri sevmektir. Ansiklopedilerimizdir.




Tüm sirklerde fillerin ayaklarının yakıldığı, 68lerin Fransa'sında devrim ortasında; bir çakmağın uzunluğunun, masa örtüsü üzerindeki çizgilere, bu çizgilerin hipotenüsüne ve hatta Isa'nın parmağının uzunluğuna eşit olmasıyla, bu yüzdendir ki  belki de her şeyin bir olmasıyla, birbirini tamamlamasıyla başlar film, kardeşine sarılarak uyumanın sıcaklığıyla devam eder. Çıplaklığın özgürlüğünü görürsünüz. Eski film taklitleriyle, belki uzak heykellerin yalnızlığıyla, belki yanlış bir yalnızlığın içinden, var olan tüm sanatları alt eder, var olan tüm sanatların karşısında boyun eğer. Böylece filmin kendisi de devrim olur. Sanat tarihi yeniden başlar. Çoğu zaman eski bir filmin içinde yaşarlar, eskiye saygı duyarlar. Belki yanlış bir yerde belki yanlış kişilerle yaşarlar. Yine de uzaklaşıp kendileri için küçük bir çadırda küçük bir dünya yaratırlar.





 Sokaklar kavga. Sokaklar kaos. Sokaklar yangın. Sokaklar evimizde.

Nasıl aitsek içimize, nasıl yaşıyorsak içimizde; işte öylece yaşar tek ruh, bir kaç beden aynı evde. Sokak içimizde.

Dünyayı unutur muyuz sahiden gerçek ait olduğumuz yerde? Sokak pencerelerimizden taşar mı istemesek de ? 




Oysa nasıl da birbiriyle uyumludur hala dünya.


'Books, not guns. Culture, not violence.'


Biz aşık oluruz. Biz severiz. Biz ait oluruz. Biz öldürmeyiz.


  'That's not what we do, that's what they do'


Oysa hala her şey tamamlar birbirini. Oysa hala nasıl da tektir dünya.


Ve bir devrimin hikayesi bir aşk olur. Ve bir kardeşliğin hikayesi bir aşk olur. Ve aşk eski bir hikaye olur. Bir bomba olur. Ölür, içimize dokunur. Ve sokaklar evimizden içeri taşmaya devam ederler..

17 Ağustos 2015 Pazartesi

A Bout de Souffle

A Bout De Souffle (1960)
 Jean-Luc Godard


Godard, iki sevgilinin Paris'ten Roma'ya kaçış çabasını, aksiyon ve gergin bir atmosferde değil, edebiyattan, resimden, aşktan bahsederek anlatır bu filmde.
 Kurgunun hızlı ve parçalı olması ve yeni tekniklerin denenmesi, popüler kültüre göndermeler, bu filmi anlaşılmaz kılmamış, aksine onu canlı ve doğal yapmış. Yönetmenin deneyci müdahaleleri, filmin akıcılığını etkilememiş, kullanılan hızlı kurgu teknikleriyle güzel bir atmosfer yaratılmış.


Bu filmin tamamı el kamerasıyla çekilmiş. Doğaçlama ve muhteşem dialoglar kullanılmış. Sahneler gerçekçi mekanlardan meydana getirilmiştir. Oyuncuların bazı sahnelerde doğrudan kameraya bakması, izleyiciye bir film izlediğini hatırlatmak istemesindendi. Kendisinden sonraki bir çok filme ilham kaynağı olan Serseri Aşıklar, Fransız Yeni Dalgası'nın ve sinema tarihinin en unutulmaz filmlerinden birisidir.




11 Ağustos 2015 Salı

Play time 1967


Play Time (1967)
Jacques Tati 
Play Time yoğun detay ve yoğun modernlik eleştirisi bir film.

      1967 yılında, günümüzün yapay yaşantılarını öngörmüş bir yönetmendir Tati. Bu filmde insanlar gözler önünde yaşar ama bir o kadar da yalnızdırlar. Herkes kendi kutusundadır. Herkes televizyonunun başındadır. Hayat griden, betondan, ve can sıkıcı şekilde ilerleyen bir düzenden oluşur. Play Time'da Tati diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de 'modern hayat'ı çok zekice eleştirir. Bu eleştirileri öyle bir işçilikle yapar ki, bir sahne içinde birden fazla gönderme, mesaj, simge bulunur ve sizin bu olayları aynı anda takip etmeniz gerçekten çok zordur. Filmin herhangi bir konusu yoktur. Bütün oyuncular aynı önemdedir bir başkahraman yoktur.
 
         Tati bu filmi çektikten sonra borç batağına saplandı. Film için bir şehir-stüdyo yarattı. Gişede hiç bir başarı gösteremedi. İzleyiciler tarafından sıkıcı bulundu. Eğer bu filmi izlemek için kendinizi zorlamazsanız ilk 10 dakikasında bırakırsınız. Fakat gişe yapmamış olması onu değersiz kılmaz, aksine Tati bu filmde adete döktürmüştür. Kullandığı perspektif düzenlemeleri sadece mimarlık öğrencileri bile bence izlemelidir.  

Tati'nin bu filmine bir şiir filmi denilebilir. Nasıl bir şiir kitabı ara ara açılır ve içinden şiirler seçilerek okunursa bu filmde öyle. Zaman zaman açıp inceleyebilirsiniz ve her incelemenizde Tati'nin bir güldürüsünün, bir taşlamasının, bir detayının farkına varırsınız.


         

9 Ağustos 2015 Pazar

King Vidor




  

      ''King Vidor'' başarının sadece düzene uymak olmadığının kanıtına örnek bir yönetmendir. 1929 yılında bütün oyuncularının siyah olduğu bir film düşünün. ''Hallelojah''  filmi dönem koşullarına tam bir aykırı duruş sergiledi. Filmleri insanlar tarafından sevildi. Holywood stüdyo sisteminin filmlere uyguladığı baskılardan Vidor'da nasibini aldı. Mesela filmlerinin sonları mutlu sonlarla değiştirildi ya da türlü düzenlemeler yapıldı. Toplumsal meseleleri, kadın meselelerini, ırkçılık meselelerini cesurca konu alan Vidor, sinemada mücadele basamaklarının ilk taşlarını döşemiş yönetmenlerdendir. Hem de bunu Holywood sistemi içinde yapmaya çalışmış ve insanlar tarafından da çok sevilmiştir.
   

 1978'de Ömür Boyu Başarı Oscar Ödülü'nü aldı. 57 film yönetti.

Mr Smith Goes to Washington


 Mr Smith Goes to Washington
frank capra

Tek başına bütün bir Amerikan parlamentosuyla mücadele etmek ne kadar mümkün olabilir? Mr Smith'in verdiği bu savaş bende hep savaşların en onurlusu olarak kaldı. ''Büyük amerikan adaleti'' mitini ciddi ciddi sorgulayan Frank Capra'nın senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı bu film kesinlikle izlenilmeli.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

bir ön yazı

    Lumiere kardeşlerden günümüze sinema bir belgedir. Bir izdüşümdür. Hangi toprakların ürünüyse o toprakları yansıtır. O havayı koklatır. Çoğu zaman propoganda için kullanılır. Çoğu zaman sanat için yapılır. Çoğu zaman halk için yapılır. Çoğu zaman para için yapılır. Çoğu zaman bu amaçlar iç içe geçer hepsi birden yapılır.
 
    Sinema'yı sadece bu formlarda algılamak bile sizi sıradan izleyici konumundan ayırıp farkında bir izleyici yapacaktır. Farkında olmadan izlemeye devam etmek istiyorsanız, bu da bir seçim. Çoğu insan için öncelik ne anlatılmak istendiği değil, nasıl anlamak istediği. Yani film onu güldürecek mi yoksa ağlatacak mı? Yoksa izlediği bir aşk filminde kendisini kahramanın yerine koyacak mı? Bu amaç için izleyiciyseniz korkmayın sinema izleyicisinin büyük çoğunlu da bu kategoride.Değilseniz ise bu da sizi farkında olan kategorisine alıyor.
 
    Farkında olmanın dünyayı değiştireceğinden falan bahsetmiyorum, bu anlam çıkmasın. Sinema izleyicisinin değişimi kendisiyle ilgilidir. İyi bir kitap okumanın etkisi, iyi bir filmi izlemenin etkisinden neden az olsun? Sadece romantik-komedi izlemekle sadece vampir kitapları okumak neden aynı olmasın?

   Bu tartışma bizi Klasik sinema( popüler sinema ) ve sanat sineması ayrımına götürür. Bu sınıflandırmanın iç içe geçtiği bir çok film ve yönetmen illa ki var. Bunlara ileride değineceğim. Bu blogdaki ön yazım olsun. Sonraki tartışmalar ise sanat sineması üzerine sesli düşünme olsun. Dilerseniz katılın.